Bu Blogda Ara

29 Kasım 2010 Pazartesi

Piranha



Puan: 5/10

Orijinal piranalara bayılırım. Kült bir seridir, bu filmin de üç boyutla yeniden çevrileceğini duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Fakat filmi izlediğimde benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Film başladıktan bir on on be dakika sonra zaten olayın sadece 3d'de bir takım kanlı sahneler ve açık saçık hatunlar göstermekten ibaret olduğunu anladım. Senaryoda tonla mantık hatası, oyuncular skandal, inanılır gibi değildi... Filme 2 gibi bir puan vermememin tek sebebi üç boyut teknolojisinin güzel bir biçimde kullanılmış olmasından ibarettir. Üç boyutlu olarak bol bol kan kusmuk görmek seviyorsanız, buyurun... Ben bol bol kafamı çevirdim izlerken...

The Book of Eli--Kıyamet sonrası inanca yolculuk


Puan: 5.5/10

Kıyamet sonrası filmler söz konusu olduğunda Mad Max'leri pek severim, onları da zombi filmleri takip eder. Dramatik, depresif ve insanlığın yeniden kurtuluşunu hedefleyen filmler açıkçası beni sıkar. Bu filmi izlerken çok sıkılmadım fakat sonrasında The Road'u izlemeyi epeyce geciktirdim. Üzerinde çok fazla yazıp çizerek, kendimi de sıkmak istemiyorum. Dolayısıyla eğer kıyamet sonrası filmlerini seviyorsanız ve filmin yavaş akması sizi rahatsız etmiyorsa, altında mesaj yatsın, inanç sorgulansın vesaire istiyorsanız, bu film size göre!

28 Kasım 2010 Pazar

Shutter Island



Dikkat: Spoiler içerir!

Puan: 7.5/10

Psikolojik gerilimler arasında sağlam bir yere sahip olacak, son derece güzel bir film. 1950'lerin ortasında geçen film, Martin Scorsese'nin en iyi filmlerinden biri olmuş. Gotik bir mekan, esrarengiz olaylar, pek çok ipucu ve zihnin derinliklerine doğru bir yolculuk... Film iki polis görevlisinin suç işlemiş akıl hastalarının bulunduğu bir adada kaybolan birini aramaya başlamalarıyla açılıyor. Film boyunca bize pek çok ipucu veriliyor, bunları sonradan bir araya getirilecek bir bulmacanın parçaları gibi görüyoruz. Fakat bulmaca açılmaya başladıkça, ortaya suçluluk duygusu, gerçekleri çarpıtma, zihnin o pek güzel oyunları çıkıyor.

Iron Man 2



Puan: 2/10

Son zamanlarda izlediğim en kötü film diyebilirim. Öylesine dayanılmaz ve sıkıcıydı ki, bir ara duvarları izlediğimi farkettim. Robert Downey Jr.'a rağmen izlenmesi olanaksız diyorum.

Robin Hood mu değil mi?



Puan: 5/10

Dikkat: Spoiler içerir!

Bu filmi çok büyük umutlarla izledim. Ridley Scott yönetmiş, Russel Crowe ve Cate Blanchett oynamış! Konu da süper, daha ne isterim! Fakat film bittiğinde, tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Öncelikle şunu belirteyim, bu film Robin Hood hikayesi değil... Bambaşka bir şey, Magna Carta mı ararsınız, krallara diz çöktürme mi ararsınız ne ararsanız var. Robin Hood'un geriye dünyayı kurtarıp uçmadığı kalmış... Üstelik son derece uzun ve bir noktadan sonra ciddi anlamda insanı sıkmaya başlıyor. Oyuncular güzel, film güzel çekilmiş vesaire fakat hikaye fantezi ve karakterler boşlukta sallanıyor gibiler. Robin Hood'un doğuşu şeklinde planlanan film, antastik başka bir şeyler yaratmış ve bu esnada da sıkıcı olmayı başarmış. Gladyatör benzeri savaş sahneleri de insana beklediği kaliteyi vermiyor. Sonuçta benim için zaman kaybı oldu.

The Unborn




Dikkat: Spoiler içerir!

Puan: 5/10

Aynı temayı pişirip pişirip duralım ekolünden yeni bir korku filmi daha... Bir kızcağızın tuhaf rüyalarıyla başlıyor filmimiz. Bunları internetten bakarak yorumlayacağına bir arkadaşını arayıp, ona bir kitaptan psikolojik yorumları okutuyor. Bu arada arkadaşı da psikolojik yorumlara zırva demeyi ihmal etmiyor. Bir evde çocuk bakıcılığı yapan kızımız (ki son dönemlerde bu konuyla ilgili de epeyce korku filmi çevrildi), evdeki çocuk tarafından aynalı saldırıya uğruyor. Bize sürekli birinin doğmak istediği mesajı veriliyor ki, buradan kızın hamile kalması gerektiği fikrine kapılıyoruz. Kız da zaten bu yönde çalışmalar yürütüyor. Tam bu esnada film başka bir yöne kayıyor. Kızın annesi intihar etmiş ve bu arada kızın göz rengi değişmeye başlıyor. Kızın anne rahmindeyken bir de ikizi varmış. Bu ikiz de doğmak isteyen şahsın ismine sahip!?! Neyse kız annesinin eşyaları arasında yaşlı bir kadınla ilgili bir gazete kupürü buluyor. Bu kadın aynalara düşman ve onun da ikizi varmış... Ve aynı zamanda kızın anneannesiymiş!?! Bu arada diğer filmlerden farklı olarak bu filmde bir Musevi şeytan çıkarma olayına girmişler. Anneanneye ve ikizine naziler tarafından tuhaf bir deney uygulanmış... Bu deney sonunda da ikizinin içine öteki taraftan bir şey girmiş. Kadın da onu öldürmüş ve o şey de bunları takip etmeye başlamış. Kız bunları öğrenince, anneannesinden aldığı İbranice bir kitabı bir profesöre götürüyor ve sonra da bir ayin planlıyorlar. Bu şeytan mı ikiz mi artık her neyse arada milletin içine girip duruyor. Sonra çıkıyor filan takılıyor öyle ama kıza nedense girmiyor bir türlü. Ayin sonunda kurtuluyor kız ama doktora gidip hamile olduğunu ve ikiz beklediğini öğreniyor. Meğer oymuş proje! Ben anlattım, siz vakit harcamayın derim...

26 Kasım 2010 Cuma

Predators-Yeni bir soluk!



 Puan: 7/10

Dikkat: Spoiler içerir!

Bilimkurgu sevenler için şahane bir Predators versiyonu, serinin diğer tüm filmlerinden daha güzel. Açıkçası ben Predators fanı değilim. Hepsini izlemiş olmama rağmen bana çok fazla hitap etmiyor. Fakat konusunu pek beğenirim. Alien karşılaşmalarını da fazlasıyla yerinde bulmuştum. Bir Predator kiminle karşılaşması sorusuna en güzel cevaptı sanırsam. Adrien Brody'li bu bölüm ise birbirinden güzel sahnelere, fikirlere sahip. Yepyeni bir soluk gelmiş filme. Bir gezegeni sırf av amacıyla kullanma fikrini kim bulduysa çok iyi etmiş ve buna empati yaptığınızda gerçekten çok kötü hissediliyor. Biraz gereksiz de olsa gezegene atılan grup içerisine bir seri katilin konulması da filme güzel bir renk katmış. Başlangıç sahnesinden filmin dinamizmi anlaşılıyor. paraşütle düşerken uyanan Adrien ile açılışı yapıyoruz. Ve ardından bir paraşüt daha, bir tane daha... Ne olduğunu anlamaya çalışan bir grup insan... Birlikten güç doğar mantığıyla bir araya geliyorlar ve bulundukları yeri çözmeye çalışıyorlar. Fakat ne Amazon ne de Afrika... Güneş batmıyor, pusula yön göstermiyor. İlerledikçe durumlarını sorguluyorlar, bazıları deney diyor, bazıları fidye ve hatta bazıları öldüklerini bile iddia ediyor. Fakat sonunda gökte farklı gezegenlerin görüldüğü açık bir alana ulaşıyorlar. Filmin en güzel sahnesi de burası. Herkesin nefesi kesiliyor. Peki ya şimdi ne olacak? Bilimkurgu seviyorsanız, hele de Predators hayranıysanız mutlaka izleyin!

Kickass-Süperkahramanlara yeni bir bakış...



Puan:7/10

Kickass, süper kahraman filmleri açısından neredeyse bir devrim niteliği taşıyan eğlenceli bir film. Son dönemlerde dizilerden ve filmlerden de anlayacağımız gibi anti-kahramanlar sektöre damgalarını vuruyor. Monk'tan Sherlock Holmes'e ve Dr. House'a kadar pek çok zaafa sahip anti-kahramanlar artık revaçta! Kimse dört dörtlük kahramanlar görmek istemiyor, dolayısıyla süperman yerini zaafları olan kahramanlara bırakıyor. Kickass de bunun en güzel örneklerinden biri. Süper kahraman olmaya karar veren ve hiç bir özelliği bulunmayan bir çocuğun başına gelenlerin anlatıldığı film, zekice bir senaryoya ve dinamik bir akışa sahip. Siz de dört dörtlük kahramanlardan sıkıldıysanız, bu film tam size göre... Bir insan nelere cesaret edebilir, neler yapabileceğimizi kim bilebilir şeklinde mesajlara da sahip film 2010'un en keyifli filmleri arasında. Çizgi roman filmlerini seviyorsanız, bu filmi kaçırmayın derim.

The Sorcerer's Apprentice

 




Puan: 6.5/10

Önden belirteyim, Nicholas Cage'i hiç beğenmem. Oyuncluk mesleğini neden icra etmeye çalıştığını anlamam... "Leaving Las Vegas" dışında kendisini bir filmde ne zaman izlesem dehşete düşerim. Bu filmi de sırf o oynuyor diye izlemem epey zaman aldı. Fakat neyse ki müthiş bir oyunculuk gerektirmeyen bir filmmiş. Bana biraz Aladdin filmini hatırlattı. Film rahatlıkla çocuk filmi kategorisine koyulabilir, zaten bir Disney yapımı... Çok güzel görsel efektlere sahip sıradan bir modern zaman Merlin filmi. Bir kaç yaratıcı yenilik ve eğlenceli bir büyü eğitimi filme güzellik katmış. Eğlenceli bir film izlemek istiyorsanız ve görsel efektlerin de size eşlik etmesini diliyorsanız, bu film son derece ideal bir seçenek.

2012-Marduk değil Güneş Patlamaları...


Puan: 6.5/10

Amerikan felaket filmleri elitistler tarafından her ne kadar bol bol aşağılansa da, ben iyi olanları sinemada izlemekten epeyce keyif alırım. Son dönemlerde Marduk göründü, gelecek, gezegenler aynı sıraya dizilecek ve güneş patlamaları bizi şöyle mahvedecek ve benzeri tartışmalar aldı baını yürüdü. Bunun üzerine tam da zamanında bir film çevirmek epeyce yerinde... Halihazırda bir sene kalmışken yüksek bütçeli bir versiyonu sinemada izlemekten hoşlandım. Elbette olay bir ailenin üzerinden ilerledi, bir adam kahraman oldu, çeşitli klişeler bol bol kullanıldı. Amerikan başkanı kendini feda etti vesaire...

Filmin yönetmeni Roland Emmerich, önceki filmi The Day After Tomorrow'da (Yarından Sonra) da olduğu gibi görsel bir tat sunmuş. Dünyanın sonunu getirmeye meraklı yönetmen, yine dağ bayır dinlemeden dünyanın altını üstüne getirmiş. Bunda da başarı olmuş. Film, diğer benzer filmler gibi oldukça uzun fakat dünyayı da kısa sürede sona erdirmek kolay olmasa gerek... Bu filme azlasıyla eleştirel yaklaşmanın komik olduğunu düşünüyorum. filme yüzeysel bir görsel efekt harikası olarak bakmakta fayda var. Yoksa niye efendim abuk sabuk aile ilişkileri var, insanlar neye göre seçişiyor, bu adam o patlamalardan nasıl kurtulmayı başardı, ne kadar banal, işte amerikan propagandası yapılıyor demenin anlamı yok. Zaten bu seviyede görsel efektin içine yaşamın anlamını keşfedecek bir hikaye koymak biraz absürd kaçar... Bu tarz efektleri büyük perdede izlemekten holananlar için tam kıvamında diyorum.

The Reader-Okumak ya da Okumamak, Bütün Mesele Bu Değil!


 Puan: 6.5/10

Dikkat: Spoiler içerir!

The Reader, bazı açılardan bende hayal kırıklığı yarattı fakat özellikle dava sahneleri ve adaletin sorgulanması, soykırım cinnetinin insanları nasıl ele geçirdiği, ve sorumlularının bizim kafamızda yargılanması açısından güzel fikirlere ve sahnelere sahip... Öncelikle filmdeki cinselliğin kendi başına Lolita tarzı başka bir filmi oluşturabileceğini ve filmin ana teması olmasına rağmen yer yer saçma ve yüzeysel olan bir ilişkinin merkezde olması beni rahatsız etti. Bir çocuğun yazın kendinden büyük bir kadınla yaşadığı aşkın tüm yaşamını inanılmaz bir biçimde etkilemesi dediğim gibi kendi başına zaten bir film konusu ve bence filmde bu konu da başarılı verilmemiş. Diğer konuya gelince işte o güzel. Bir kadının çalışmak için kamplara gitmesi ve orada bir takım emirleri yerine getirmesi onu suçlu kılar mı, ne kadar suçlu kılar? Bunun hem adalet tarafından hem de ahlaki açıdan sorgulanması söz konusu filmde... Stajyerlerin kendi aralarındaki konuşmaları da ahlak ve adalet arasındaki farka dikkat çekiyor. İmzayı kimin attığının veya emir alıp almadıklarının gerçekten bir önemi var mı? Varsa da ne kadar? Aslında Hanna bu sorulara en güzel cevabı veriyor. "Ne düşündüğümün bir önemi yok. Ne hissettiğimin bir önemi yok. Ölüler hala ölü."

Dolayısıyla filmi yalnızca dava sahneleri ve parmak bastığı bazı konular için izlemeye değer buldum...

Çizgili Pijamalı Çocuk-Bir sınırın iki yanının hikayesi


Puan: 8/10

Dikkat: Spoiler içerir!

İkinci Dünya Savaşı dönemi yansıtan güzel bir film... Film, Nazi bir ailenin şehirdeki evlerinden kırsal kesime taşınmalarıyla başlıyor. Küçük bir oğulları ve ergen de bir kızları var. Baba üst düzey bir askerken, anne ev hanımı. Taşındıkları evin hemen yanında bir kamp bulunuyor. Kadın kampta neler yaşandığını tam olarak bilmiyor ve filmin çeşitli sahnelerinde Nazilerin benimsediği politikayı da pek sevmediğini anlıyoruz. Bu arada adamın annesi de aynı şekilde düşündüğü için oğluyla görüşmüyor. Çocuklar evde eğitim almaya başlıyorlar ve evin genç kızının hemen beyni yıkanmaya başlarken, çocuk pek etkilenmiyor. Kız, Nazi posterleri asmaya başlıyor ve papağan gibi öğretmeninin söylediklerini tekrarlayıp duruyor. Annesi ise bundan rahatsız olup, eşine söylediğinde adam her çocuğun böyle bir eğitim aldığını söyleyip, kestirip atıyor. Neyse, küçük çocuk doğal olarak askerlerin arasında kendisine arkadaş bulamayıp kendi kendine eğlenmeye çalışırken, kampın sınırında kendi yaşlarında ufak ve "çizgili pijamalı" bir çocuk görüyor. Tanışıp, çitlerin ardından bir arkadaşlığa başlıyorlar. Bu esnada kadın yavaş yavaş olanları anlayıp (kampta insanların toplu olarak yakılması vs.) kocasından nefret etmeye başlıyor. Çocuksa hala olanlara bir anlam vermeye çalışıyor. Bir gün babasının hazırladığı düzmece bir videoyu tesadüfen gizlice izliyor ve kampın son derece eğlenceli bir yer olduğunu sanıyor. Kadın sonunda dayanamayı, çocukları da alıp gitmeye karar verdiğinde, çocuk arkadaşına veda etmeye gidiyor. Fakat onun babasının kayıp olduğunu öğrenip, ona yardımcı olmak için "sınırın" diğer yanına geçiyor. Ve sonunda her ikisi de kampta yakılıyor.

Dramatik ve vurucu bir sona sahip film... Aynı yaşlarda iki çocuğun bir sınırın ötesinden birbirlerine duyduğu yakınlık, bir adımlık bir uzaklıkta olmalarına rağmen aralarındaki uçurum, neler olduğunu ikisinin de anlamaması ve anlam vermeye çalışmalarının da bir sonuç vermemesi insanın içini acıtıyor. Evlerinin hemen yanından her gün yükselen dumanın ne olduğunu anladığında, kadına empati yapmak da insana kendini çok tuhaf hissettiriyor... Filmi neler olduğunu bilmiyor ve aile bireyleriyle birlikte öğrenip, anlamaya çalışıyor gibi izleyince daha da etkili oluyor. Film, "Yaktığın kendi oğlun olsaydı nasıl hissederdin?" sorusuna da cevap veriyor.

Mocumentaries


Puan: 6/10

         
          The Fourth Kind:
          The Fourth Kind ile başlayayım. Bu filmi  ne olduğunu hiç bilmeden, bilimkurgu filmi uzaylılar filan da var, notu da düşük değil diyerek aldım. Gecenin bir yarısı izlemeye başladık. Hemen söyleyeyim, izlemediyseniz okumaya devam etmeyin. Çünkü keyfi öyle çıkıyor...

           Öncelikle Milla Jovovich'in filmin başında çıkıp, "bütün bunlar gerçektir, inanıp inanmayacağınıza siz karar verin," tarzındaki cümleleri bizi pek şaşırttı. Uzaylı komplo teorilerini, gerçek hikaye şeklinde lanse eden başka kitaplar ve filmler de olduğu için olabilir deyip geçtik. Film, "mocumentary" denilen tarzda başladı. Ekran zaman zaman ikiye bölünüyor ve biri "gerçek" diğeri kurgu görüntüler veriliyordu. Konu uzaylılar tarafından kaçırılma ve psikolog bir kadın Alaska'da bu olayların nasıl yaşandığını anlatıyor. Önce kocasının ölümü veriliyor, ardından Alaska'daki hastalarının hepsinin aynı rüyayı görmesiyle devam ediyor. Gelen hastaların hepsi bir "baykuş" gördüklerini söylüyor. Kadın, hastalarını hipnoz etmeye başlıyor (!) İlk hasta hipnoz esnasında o kadar korkuyor ki, aslında ne gördüğünü söyleyemiyor. Sonra evine gidip, korkudan karısını çocuklarını vuruyor. Bu esnada bize yalnızca kurgu değil, adamın vurma anı da gerçek kamera görüntüsünden gösteriliyor. Biz de bu noktada şok oluyoruz, epeyce vahşi sahneler çünkü. Neyse film, gelen bütün hastaların enteresan bir biçimde hipnoza cevap vermesi ve hepsinin aslında "baykuş" görmediklerini anlamalarıyla devam ediyor. İkinci hipnoz edilen hasta da hipnoz esnasında belini kırıyor (!) Bu görüntünün de gerçeği veriliyor (!) Biz de ne oluyor kardeşim böyle, diye bakıyoruz. Film, kadının sonunda olayları antik Sümer diliyle de birleştirerek uzaylılara bağlamasına dek ulaşıyor ki, bu noktada ben artık Marduk çarpacak mı ne diyorum :) Yine gerçek bir UFO'nun haydi gölgesini diyelim, görüyoruz. Kadının çocuğunu uzaylılar kaçırıyor vesaire vesaire... Ben filmi makul bir şüpheyle izlemeyi tercih ettim. Bana verilen "gerçek olaylar" cümlesini olduğu gibi alıp, filmi anlamlandırmaya çalıştım ki böyle epeyce keyif aldım. Ahlaki açıdan yargılanmayınca, bir anlığına bizi komplo teorilerinin gerçek olduğu bir dünyaya götürüyor ve realiteyle kurgunun sınırlarını aşındırıyor. Bir an için "ya öyleyse" diye düşünmenin keyfini yaşatıyor. Velhasıl sonuçta o "gerçek" diye verilen görüntülerin de kurgu olduğunu tek tıkla öğrendik. Fakat imdb'nin bile gerçek psikolog olarak gösterilen kadının yanına, aktris ismi koymamasına hayret ettim. Hoş bulmadım, belki filmin sonunda hepsinin kurgu olduğu yazmalıydı... Yine de gece gece güzel geldi, eğlendik.

Puan: 6/10Paranormal Activity:

İkinci film, Paranormal Activity. Aynı ekolden ertesi gece devam ettik. Yine bir "mocumentary" tarzı, bu film çok ses getirdiği için ya da ben duyduğum için diyeyim bir öncekinin etkisini yaratmadı. Duymasaydım bile, uzaylı vs. paranormal olayında uzaylılar açık ara kazanır :) Ben filmi genel olarak beğendim, karakterlerin zeka seviyesini sık sık sorgulasam da, düşük bütçeyle bence epey iyi iş çıkartılmış. Bir korku filmi, evlerimizin içine girdiğinde, bizim hayatımıza benzer hayatlara odaklandığında etkisi daha çok oluyor ve daha inandırıcı oluyor diye düşünüyorum. Yoksa zindanlarda, yeraltında, mağaralarda, tarlalarda geçen filmlerin açıkçası benim üzerimde pek etkisi yok. Karanlık ve ani hareketlerin korkutma unsuru olduğunu da sanmıyorum. Bu sebeple haunted evler favorilerim arasında. Gerçi bu film evden ziyade bir kadının peşindeki bir varlığı anlatıyor. Ve epeyce ürkütücü sahneleri de var fakat film boyunca sevgilisinin aptallığı ve nedense görüntülerin satılmaya hiç çalışılmaması, demonolog (!) adamdan başka seçenek yok gibi davranılması, onca absürd olay yaşanırken bunların aa kapak açık diye şaşkınlık yaşamaları bol bol gülmemize sebep oldu. O ellerindeki videolarla nereye gitseler kabul görürlerdi, inceleme sonrası ama nedense hep kayıt hiç hareket şeklinde devam ettiler. Dolayısıyla senaryoda hatalar, keza karakterlerin şapşallığı ve yaratığın pek de anlam arz etmeyen hal ve tavırları filmin dengesini pek bir kaydırmış fakat yine gece için kötü bir seçenek değil.

Puan: 6.5/10
District 9:


Son film! District 9. Bu film, Oscar'a adaylığı açıklanan izleme listeme girdi. Tarz aynı fakat açıkçası aralarında en az beğendiğim ve genre'sinde comedy aradığım tek film oldu.  Filmi eleştirenler topa tutuldu, neredeyse son yılların en iyi bilimkurgu filmi seçildi. O kadar da değil, hatta hiç değil. Tamam, film Johannesburg'da geçiyor. Uzaylılar A.B.D.'ye inmedi. Tamam, sosyal eleştiriler var ama Philip K. Dick filmlerinde de bu kadarı var artık ve hatta fazlası. Orijinal bir film, şaşırtıcı bir film ama genel olarak benim kanımca olmamış. Orijinal bir fikir, dışlanan ve yaşam koşulları kötüleştirilen grupların sonunda ne hale gelecekleri ve nasıl bir tehdit oluşturacakları, "öteki" fikrinin ne sonuçlara varabileceği ve zorunlu empati güzel ve hoş...  Bu sebeple de filmin ilk yarım saatini güzel bir film izliyorum edasıyla geçirdim. Sonra her şey sapıttı ve absürdleşti. Epey absürdlerşti. Başrol kahramanımız zorunlu empati olacak ya, bir şey kokladı ve başladı "Sinek" gibi dönüşmeye (!) Önce koldan başladı dönüşmeye, sonra yavaş yavaş film boyunca dönüşedurdu. Film boyunca o güzelim uzay makineleriyle neden geldikleri belli olmayan ve neden geldiklerinin hiç sorulmadığı uzaylıların arasında takılmaya ve hatta onlarla dostluk kurmaya başladı. O şeyin de sonradan benzinvari bir şey olduğunu anladık, zavallı uzaylılar onunla kaçacakmış (!) Onlar gibi olmanın ne olduğunu anlayan kahramanımız da iyice dönüştüğü uzaylı haliyle insanlar karşı mücadele vererek, kendini yeni uzaylı dostları için kurban etmeye karar verdi ki sonunda hala hayatta olduğunu da öğrendik. Ya da kurtulmuş diyelim. Filmin bu son kısımlarını, "Yeterrr!" diyerek izledim. Bunda absürd film düşmanlığımın da etkisi vardır muhtemelen :) Filmin merkezinin insanın "öteki" olarak gördüğünü insan yerine koymamasını fakat onun yerine geçtiğinde ne halt ettiğini anlaması olduğunu sanmıyorum, bu bana daha çok arka planda kalmış gibi geldi. Sonlara doğru iyice klişe bir hal aldı, artık neredeyse her filmin sonunda olduğu gibi uzun dövüş sahneleriyle bitti ki bu beni artık bunaltıyor. Zira Tim Burton'ın Alice'i bile bu ekolden gitti. Daha güzel olabilirdi diyorum, ben izlerken epeyce sıkıldım...

Julie & Julia - Julia Child kimdir?




Puan: 6.5/10


       Meryl Streep, bir filmde bir anlığına görünse dahi o filmi izlemeyi boynumun borcu bilirim. Bu filmi de hakkında hiç bir şey bilmeden, ancak boş vakitlerime yayarak üç günde bitirebildim. Ve Julia Child'la tanışmış oldum.
       Yemek temalı filmleri oldum olası sevmişimdir. Örneğin, "Babbette's Feast" adında bir film vardır. Defalarca izledim, karşılaşırsam ki, aslında pek de kolay karşılaşılacak bir film değildir, mutlaka yine izlerim. Sıcacık, hoş bir filmdir. Babbette'nin nerdeyse filmin yarısını kaplayan yemek malzemelerinin uzaklardan gelişi, onların hazırlanması ve nihayetinde gerçekleşen ziyafetin tam bir görsel şölen olduğunu düşünüyorum. Bunun yanısıra 19. yüzyılda Danimarka'da ücra bir kasabada yaşayan iki kızkardeşin Tanrı'ya adanmış basit yaşamları ve onlara dahil olan Babette'nin hikayesi de filme sıradışı bir hava katmış. Bu filme başka bir yazı ayırmak üzere, son dönemlerde Ratatouille, Chocolat ve şu an aklıma gelmeyen başka filmleri de zevkle izledim.
     Julie & Julia'da açıkçası Julie'ye pek de ısınamadım. Sinir krizinin eşiğinde yaşaması mı, yaptığı işlerden keyif almaması mı, hiç bir şeyden hoşnut olmaması mı bilemiyorum. Fakat onu daha çok yemekleri yaptığı sahnelerde zevkle izledim ki, bu da daha çok yemeklerden kaynaklanıyor olmalı. Filmin başlarında ekmek kızartıp afiyetle yedikleri sahnede, aslında çok da muhteşem bir tadı olmayan o ekmekleri pek bir güzel sundukları için kalkıp ekmek kızartasım dahi geldi. Julia ise, muhtemelen Meryl Streep'in muhteşem oyunculuğunun da etkisiyle beni kendisine hayran bıraktı. Öyle ki, film biter bitmez kendisini araştırmak durumunda kaldım. Canlı, hayat dolu, neşeli ve tatlı bir kadın olarak gösterilmiş bize Julia. Upuzun boyu, yüksek sesi ve kahkahalarıyla insanın içini ısıtan bir havası vardı. Dönemin A.B.D. politikasının da ara ara meze olarak sunulduğu filmde, bir insanın hırsla bir işi gerçekleştirmeye çalışırken, bundan ne kadar keyif alabileceği ve kendini ve çevresindeki mutsuz etmeyen bir insanın nasıl olabileceği çok güzel verilmişti. Filmde tarihler ve kişiler arası geçiş de pek hoştu. Genel olarak izlemekten keyif aldım ve zamanımı güzel değerlendirmiş oldum.